AŞK'IN DUASI YOK


Çöpe attığım her kelimede bir izim var. Bu tıpkı yürürken ardımda bıraktığım ayak izlerine benziyor. Bazen bir sukut, bazen koku, bazen çay bahçesinde içilen içilmesi yasak günde yasak bir çay. Sokaklarıyla, havasıyla, gecelerinin ışıltısıyla ve ışıltının verdiği derin uzletiyle, yeni alıştığım bir şehrin bezgin ve nerede olursa olsun kendini sahipsiz hisseden ruhlarıyla karşılaşıyor ve yüzleşiyorum.
Balkonda içtiğim bir kahve, karşı mahallede evinde köpek besleyen bir sürü yalnız insan arasında, ben de gittikçe yalnızlaşıyorum.
İntihar eden bir genç kızın günlüğünde yazan bir cümle geliyor aklıma son zamanlarda “yavaş yavaş öldüm ben, kimseye farkettirmeden yavaş yavaş ölmenin ve delirmenin ne demek olduğunu bilir misiniz?” Bu satırları yazarken tüylerimin ürpermesine engel olamıyorum. Yavaş yavaş ölmek ve delirmek aynı olmalı. İnsanlarda bir koşuşturma ve panik hali, bu nereye koştuğunu bilmez halleri karşısında durup düşündüğüm vakit, daha iyi anlıyorum o kızın içinde bulunduğu ruh halini.
İnsan bütün değerlerini, inandıklarını yok sayıp; hayallerini kaybettiği zaman dünyası altüst oluyor. Böyle zamanlarda hem daha cesur aynı zamanda da korkak olmayı başarabiliyorsunuz.
Olmak istediğimiz yer neresi ise, o yerin de üstünde bir yerlere tırmanmaya başlamak için bildiğimiz merdivene ihtiyaç yok aslında, bu o kadar zor olmamalı... İnsanların statü ve kariyer adını verdikleri hiyerarşiden bahsetmiyorum. Bu tırmanış düpedüz varlık mücadelesi olmalı, ihtiyacımız olan tek şey varolan inanç ve varoluş zirvelerine tırmanmaksa eğer, (ki buna “zirve” demek ne kadar mantıklı tartışılır) bütün sahip olduğumuz basamaklara gülerek tekme atmakla gerçekleşecektir. Yok etmeye evvela ayaklarımızın altından başlamak... nasıl mı? Yazmaya çalışayım...
Tekme attınız mı?
Hem de dudak bükerek ve tiye alan bir ifade ile tebessüm ederek mi?
Kalbiniz tarifsiz bir acıyla sarsıldı mı?
Bu sırada hiç vucudunuzda izmarit söndürdünüz mü?
Hem de ayna karşısında...
Aman Allah'ım oynatmanıza az kaldı, doktorları da öldürmüştük oysa.
Bir, iki, üç... tek tek kül olan merdivenlerin ve “zirvelerin” yanık kokusu burnunuzu yakıyor olmalı.
Kurtuluyorsunuz!
Yok ettikçe “ben”iniz hafifliyor olmalı?
11 yaşında bir köpeğin yalvaran bakışları karşısında ağlayabiliyor musunuz?
Salya sümük mü, hani hıçkıra hıçkıra olanından...
Tanımadığınız bir çingene kadının yaşlı, çirkef ve ter kokusuna rağmen acısı beyninizi felç etti mi?
“ya hu, acıdan beyin felç olur mu? Belki yürek yanar...” diyor musunuz?
Sorgulamaya mı başladınız herşeyi, okuduklarınızı, dinlediklerinizi ve gördüklerinizi...
O halde, Şimdi tırmanış zamanı!
Ben şimdi bu yok oluşları yaşıyorum. Herşeyi unuttum.
Herşeyi, annemin şefkatli kollarını mesela... var mıydı bilmiyorum.
Şehrimi mesela... sokaklarında çocuklar oynar, evlerin balkonlarında akşamsefaları açar mıydı, bilmiyorum...
Fahriye Teyze'mi mesela... En son ne zaman sıkıntılıydım ve ne zaman kapımı çalmıştı, bilmiyorum...
Değerlerimi...
Kimliğimi...
Beni “ben” yapan en'lerimi, nice'lerimi, nedenler'imi, niçin'lerimi, keşke'lerimi... Alıştım.
Evet, alışmanın ölüm olduğunu bile bile alıştım.
Tek alışamadığım bu şehrin gürültüsü içinde kaybettiğim sessizliğim.
Gitti gelmiyor bahar yeli, bütün kilitli kapıların anahtarı kimdeydi...
Bilen var mı?
Beynimde nefret ettiğim şeyler
Örümcek ağlarına dolanan ellerim ve resimlerim…
Yağmur damlalarına biraz tuz dökün, üç kişilik şemsiyelere sığsın yargıçlar
evet nefret ettiğim sessizlikler, ağlar ve kurşunlar
Daha önce izin verilmemiş çirkin istekler, bakın bir nefes daha tuz gerek…
hikâyelerim var
Sürüklenip gitmesi için kurgulanmış; düşüncelerim, ruhumda özgür
Bir böcek gibi insanı kronik hasta eder, çayımın dibine çöken tuzlu telveler
Hiçbir öykü yaşanmadı böyle…
Ayşe Büşre Ergeç
Perşembe, Aralık 16, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir | 0 Yorum »

0 yorum: